#EloveGGeziyor // İZMİR
Bodrum fotoğrafının girişine, Gökhanla birlikte kollarımızı açarak "BODRUMDAYIZZZ!" yazmıştım. Ama bu defa birlikte fotoğraf çekilmeyi unutmuşuz. Onun için yazıya kendi heyecanımla başlıyorum!
Hazır mıyız?
İZMİRDEYİZZZZZZZZZZZ!
Iphone uygulamasına göre 3 gün 2 gece olmak üzere; 35.000 adım atıp 25 km yürümüşüm. -ki ben daha fazla olduğunu iddia ediyorum :)-
Sanırım bir blog açarsam adı "tabana kuvvet" temalı bir şey olurdu.
20 Ocak Cumartesi günü elimizde yapılacaklar listesi, mini bir izmir haritası ile havalimanından koştur koştur Budget'a ilerledik. Çünkü tabii ki tüm araç kiralama şirketleriyle kıyaslama yapmıştık ve Vodafone'luyduk! Vodafone Yanımda'dan %50 indirimle, planladığımız gibi Selçuk yolunu tuttuk.
Yaklaşık 65 km'lik bir mesafe gözümüzü korkuttu ama Selçuğa geldiğimizde 45 dk sürdüğünü öğrenince İstanbul ve İstanbul tecrübelerini bir kenara bırakmamız gerektiğine karar verdik. :)
Çünkü biz burada ışıklarda beklerken, yeşil ışık yandığı saniyede zamanda kırılmalar yaratacak hızda kornaya abanan; yayalara kırmızı yanarken dansöz kıvraklığında yaya geçidinden karşıya koşan insanlar yüzünden sürücünün ömürden beş yıl götüren insanlara hiç rastlamadık.
Bunun yerine, Şirince yolunda polis kontrolünde bizimle dakikalarca muhabbet edip, yol tarif eden polise; navigasyondan yol tarif ederken yol ayrımında "soldan girice.... ay ay ay! sağ sağ!" diye bağırmam sonucu ani manevra yapmamıza önce kornaya basıp sonra özür dileyince gülümseyerek elini havaya kaldıran sürücüye rastladık. Ben de koskoca İzmir halkını "iyi insan" olarak kodladım zihnimde.
Baştan söylüyorum "yediğini değil, gördüğünü anlat"cılara uygun bir blog değildir. Çünkü biz en çok "nerede ne yenir"ci gezginlerdeniz. :)
Önce aşağıya referans haritamızı ekleyerek başlayacağım;
Selçuk-Şirince
Selçuk-Şirince arası 8 km. Selçuğa girdikten yaklaşık 15 dk sonra Şirince'deydik.
Karnımız çok aç olduğu, ve henüz sabahın 10'u olduğu için kahvaltı yapabileceğimiz bir yer aradı gözlerimiz.
Hem karnımız, hem gözümüz doysun diye, yerden yüksek sedirleri olan, yere bağdaş kurup oturulabilen, camından da manzara izleyebileceğin bir yer bulup içeriye daldığımızda sobanın sıcaklığını hissedince "doğru karar" dedim içimden. Masamız kurulunca, gözlerimizi kalp kalp yapıp bu defa sesli bir şekilde "doğru karar" diyerek birbirimize göz kırptık Gökhanla...
(İki kişilik kahvaltı'da olanlar: sıcacık pişiler, sigara börekleri, kızartma, omlet, izmir tulum, beyaz peynir, biberli lor peyniri, yeşil/siyah zeytin, kahvaltılık ezme, zeytinyağı, domates, salatalık, roka, tahin/pekmez, kaymak/bal, havuç reçeli, şeftali reçeli)
Müthiş doyurucu bir kahvaltıyla nirvanaya ulaştığımızda klasik eleştiri ve övgülerimiz başladı. Favorimiz hemen hemen "her şey"di! Ama Havuç reçeline, bal-kaymağına ve zeytinyağına bayıldık! Bunları sayarken bile içinden "ama lor peyniri de güzeldi ya, ezme de enfesti" diyerek sıra sıra tüm masayayı sayıyorum. :)
Fiyatlar, ortalama olarak heryerde aynı, kişi başı 25-30 arası değişiyor. Böylelikle iki kişilik kahvaltıya da 50-60 tl civarında para ödüyorsunuz. He, hem doyurucu olsun, hem huzur verici olsun diyorsanız bizim gibi; Can Restaurant'ı seçebilirsiniz.
Adres için; TıkTık!
Kahvaltıdan sonra, köy meydanı ve çarşıyı gezdik. Hemen hemen her yerde kocaman toprak saksıları andıran şeylerin üzerinde kumda kahve yapıyorlar. Ve yanında da mürver çiçeğinden yapılan; mürver şurubu ikram ediyorlar. Denemeye, değer.
Ve tabi ki; ŞARAP!
Yazın olduğu gibi, kışın da şarap evleri sürekli açık ve hep bonkör. Şarap tada tada, sokaklarda ilerledik. Ama aklımız, Can Restaurant'ın bitişiğindeki şarap evinde, gürül gürül yanan şöminesinde ve otantik havasında kalmıştı. Tekrar yolu başa dönüp, şaraplarımızı oradan almaya karar verdik.
Elma, kavun, ahududu, çilek, vişne, karadut, nar, yaban mersini, şeftali, ayva, mürdüm eriğini tek tek denedikten sonra hemen "en iyi üç" listemizi yaptık. Karadut, Mürdüm Eriği ve Ahududu!
Malumunuz, Gökhan'ın da bir dönem yaptığı işten dolayı şarap bilgisi hat safhada olunca, sunum yapan çocukla muhabbeti aldı yürüttü.
Burada mutlaka denenmesi gereken şarap bence meşe fıçılarda dinlendirilmiş Mürdüm Eriği şarabı. İçmeden önce, sunumu yapan çocuk "bu şarabı yuttuktan sonra dilinizi damağınıza değdirin, meşe fıçının tadını alacaksınız" dedi. Yutana kadar gerçekten mürdüm eriği tadı alıyorken, dilimi damağıma değdirince gerçekten kendimi meşe fıçı kemirmişim gibi hissettim. :) Ve bu büyülü oyunu tat geçene kadar defalarca tekrarladım.
Ama nedense, bir klasik olduğu için kendimize Karadut şarabı almayı seçtik.
Haliyle, bu defa da aklım Mürdüm Eriği şarabında kaldı. Ayrıca bu mekanın muhteşem nargileleri de var. Sütlü Kurabiyeler mi dersin, değişik karışımlar mı dersin. Vakit darlığından tadamadık, ama tütününü kokladım. :) Denemeye değer...
Şirince maceramızı da, 3 şişe şarap, Zeytinyağı Sabunları, mis gibi bilye kekiklerle sonlandırdık.
İstikamet tabi ki; EFES!
Antik şehre giriş, ücretli. Gişeden müze kart alınabiliyor. Ama biz Kapadokya'da aldığımız için, sevinçle içeriye girdik.
- Tiyatro Gymnasiumu
Tiyatro'ya girmeden önce şuan harabeleri bulunan Tiyatro Gymnasiumu'nu ziyaret edip tarihini okuduk. Burası İ.S 125 yılı civarında inşa edilmiş. 12.000 m2'den büyük alana yayılan bu tesiste "U" biçiminde dinlenme, gezinti ve hamam salonlarıyla çevrelenmiş.
Bize de, sırtımızı antik tiyatroya verip Gymnasium'la bir hatıra fotoğrafı çekildik. :)
(bkz: Gymnasium Antik Yunanistan'da halka açık yarışmalara katılan atletlerin beden eğitimi için düzenlenmiş, çevresinde revaklı avlular bulunan büyük bina. Bu yer aynı zamanda sosyalleşme ve entelektüel uğraşılar için de kullanılırdı. Kelime, Yunanca "çıplak" anlamına gelen "gymnos" sözcüğünden türetilmiştir.)
- Liman Caddesi (Arkadiane)
Efes Antik Tiyatrosuna gelmeden önce upuzuuuun bir yol karşılıyor bizi. Bu yol, Anıtkabirin Aslanlı Yol'u gibi, yürüdükçe sizi Antik Tiyatroya yaklaştırıyor. Tarihi yapılar korunmamasına(!) rağmen gayet iyi dayanmış.
Antik Liman'a uzanan bu yolun iki kenarı da sütunlarla döşenmiş. Efes'in en uzun caddesi olduğu biliniyor. 600 m uzunluğunda ve 11 metre genişliğinde bu yol, tören caddesi olarak kullanılıyormuş. Caddenin altından kanalizasyonların geçtiği ve limana uzandığı, caddenin yanlarında da dükkanlar sıralı olduğu biliniyormuş. Bu caddenin geceleri bile aydınlatıldığı söylentiler arasında. Tıpkı bizim İstiklal Caddemiz gibi! :)
Yol ikiye ayrılıyor. Sağ tarafta Meryem Kilisesi ve Tiyatro Gymnasium'u var. Sol tarafta da Antik Tiyatro ve Celsus Kütüphanesi...
Biz doğru bir hamleyle yolumuza Celsus Kütüphanesi ile devam ettik.
-Celsus Kütüphanesi
Roma'da Konsül olan Celsus'un oğlu Tiberius İulius Aquila, Celcus'un ölümünden sonra babasının gömütü üzerine kitaplık yapımını başlatmıştır. Fakat yaşamı bu işi tamamlamaya yetmemiş.
M.S 260 yılında eski Cermen Kavimi olan Got'ların saldırısında kütüphane yanmış, ardından yaşanan depremde de büyük bir kısmı yıkılmış. Böylelikle bu muazzam yer Orta Çağ dünyasının terk edilmiş ve bakımsız şehri oluvermiş.
Kitaplık 1903 yılında Avusturya Arkeoloji Müzesi tarafından bulunmuş ve 1970'li yıllarda aynı kurum tarafından o döneme uygun bir şekilde tekrar inşa edilmiş.
Restorasyon öncesi görünümü kayıtlara da böyle geçmiş; TıkTık!
İzmir'in en görkemli mirası olan bu yapının önünde dört kadın heykeli bulunur. Bu kadınlar sophia (bilgelik), episteme (bilgi), ennoia (kader) ve arete (erdem)'dir. Maalesef buradaki heykeller de gerçekleri değil, gerçeklerine bire bir benzeyenleridir. Kazılar sırasında gerçek heykeller yerlerinden sökülüp. Viyanaya götürülmüş...
-Büyük Antik Tiyatro
25.000 kişilik bu antik tiyatro, Helenistik dönemde inşa edilmiş. Bu muazzam üç katlı yapıda, toplantı ve tiyatro gösterilerinin yanı sıra imparatorluk çağının ilerleyen dönemlerinde de gladyatörlerin arenası olarak kullanılmış. Bir söylentiye göre de, Havari Paul burada vaaz vermek ister fakat dönemin Artemis inancına bağlı Efes halkı tarafından engellenir.
Yanda görmüş olduğunuz fotoğraf şarjı olan son telefonun powerbank'in de şarjını yedikten sonra çektiği son fotoğraftır. :)
Bundan sonra, gezelim-görelim-fotoğraflayalım'a, gözümüzdeki hayali deklanşörümüze basarak ve devam ettik.
En güzel anılar da zaten hafızada birikmiyor muydu? :)
Buradan sonra, Aşk Evi'ni gördük. Nam-ı diğer; Paidiskeion. Bir diğer adıyla; tarihteki ilk genel ev'lerden birisi... Hatta Pompei ile karşılaştırıldığında, oradakinden bile daha büyük! Zenginler, Aşk Evine karşısındaki kütüphaneye gider gibi, Mermerli Caddenin altındaki bir geçitten giderlermiş. Dönüşlerini yine aynı yoldan yaparlarmış. (Kaynak: http://www.sanatinoykusu.com/dunyanin-ilk-reklami-efes-ask-evi/)
-ALSANCAK
Burası en çok vakit harcadığımız yer. Aynı akşam antik şehir tozu daha üzerimizdeyken minik bir dinlenme sonrasında kendimizi cumartesi gecesi Alsancağına attık ki, trafiği görünce "bize her yer İstanbul" dedik. Değil arabayı park etme, adım atacak yer kalmamıştı. Arabayla gittiğimiz Alsancak'tan yer bulamama gazabımızdan dolayı tekrar geri dönüp arabayı İzmir Fuar'a park ettik. Oradan, tabana kuvvet Alsancak!
Evet! İşte tam olarak bu yüzden, iPhone'u yalancılıkla suçlayıp Cumartesi günü 14.000 adımdan fazla attığımı iddia ediyorum. Ne bitmez yoldu -ki sonunda bir hayalimize daha kavuştuk!
Ta-ta-ta-tam! KARDEŞLER BÜFE'deyiz!
O instagramda cızz-bızz! diyerek içimizi eriten, ağzımızı sulandıran yere gerçekten çok yol katederek geldik. :)
Pastırmalı, yumurtalı tost! Sen nelere kadirsin! -*KalpKalp*
Adres için; TıkTık!
Bu akşam kendimizi, Alsancak sokaklarında kahveye, dost sohbetine bırakıp günü de bir çok hayale "tik" koyarak kapattık.
-Karşıyaka
Bu gün bizim için "aile ziyareti" temalıydı.
Rotayı Karşıyaka olarak belirleyip, sahilden yürüyerek Çarşı'sına doğru ilerledik. İçimden kendi kendime söz verip "bir gün buraya yerleşirsem Karşıyaka ya da Bostanlı'da yaşarım" dedim. Meğerse her İzmir turistinin hayali buymuş! :)
Çarşı boyunca, sanki Prag'daymışcasına adım başı her pastahanede Trdelnik benzeri tatlılara rastlayınca, ille de "istiyorum! istiyorum!!" diye tutturdum.
Nereden aldığımızı unuttum, ama bu işlerde en iyi pastahane Evim Pastahanesi imiş. Meraklısına adresi; TıkTık!
-Bostanlı:
Bostanlı'ya doğru giderken Gökhan'ın önce şaşkınlıkla "Allah allah??" sonra endişeyle "oha!" ardından da gülme kıkırtılarıyla karışık "heeeee :)" nidalarıyla kafamı navigasyondan kaldırıp baktığımda aynı evrelerden bende geçtim. Çünkü karşımda bir köprü vardı ki, ucu bucağı yoktu... Önce anlamaya çalışırken ben de "allah alllahh...." diye mırıldandır. Sonra, sonsuza giden yolunu görünce korkuyla "ohaa!" diyerek sesimi yükselttim. Gittikçe yaklaştığımız için bir sanat harikası olduğunu anlayınca da "delirmiyorum çok şükür" alt metinli "anladım" anlamına gelen bir "heee..." bırakıverdim. :)
Daha sonra birlikte kahkaha atmaya başladık.
Kesin bir anlamı, bir esprisi vardır bu yapının ama biz bunun adını "cennete kestirme gidiş!" koyduk. :)
Bostanlı'da sahil boyunca gezdik. Bir çiçekçide durup, ziyaretine gideceğimiz halalarımız için çiçek aldık. Ben de fırsattan istifade "ikisi de benimmiş gibi çek" pozu verdim. :)
Akşam olunca tekrar Alsancak'ın yolunu tuttuk. Akşama doğru hala'lardan dönerken bir heves Kemeraltına gittik. Neden? Çünkü Gökhan'ın burada hem renklerine hem de tadına vurgun olduğu bir yer vardı. Söğüşçü Cimbom!
Ama büyük bir hayal kırıklığı ile tekrar Alsancak'ın yolunu tuttuk çünkü, sebebini bilmediğimiz bir şekilde Pazar günü saat 16:00 sularında olmamıza rağmen mekan kapalıydı...
Alsancak'a gelir gelmez ilk işimiz Meşhur Söğüşçü Hüseyin Usta'yı bulmak oldu ve Gökhan sonunda söğüş'üne kavuştu!
Bu zamana kadar söğüşü sadece bir salata şekli olarak bilen Ebrunun dramı yaşandı bu sahnelerde.
Dolapta duran dil, beyin, kelleyi görünce yüzümü istemsiz buruşturdum. Ama Gökhan'ın "beyinsiz söğüşü" gelince bir cesaretle "tadına bakiiim mi?" diyerek bir ıssırık aldım.
Tadı beklediğim gibi değildi. Sakatat kokusu baharatlarla neredeyse sıfıra indirgenmişti.
Yanılmıştım. Hem de iki kere!
Birincisi söğüş'ün tadı "iğrenç" değildi. Güzeldi. İkincisi sıcak değil,soğuk yeniliyordu...
Benim için "denedim" tecrübesi olarak kalacak olmasına rağmen Gökhan için "tekrar denenecek lezzet"ler arasına girmişti.
Adres için; TıkTık!
Ardından aç kaldığım için bende istediğim kokoreççiyi aramaya başladım. Löp Löp!
Kokoreççiye oturur oturmaz yanı başımda çevrilen kokoreçin kokusuyla kafa radyomda "kokkoreç ko-ko ko-ko!" sesleriyle içten içe dans etmeye başladım.
Sipariş vereceğimiz zaman, henüz yeni "kokoreç severler" klübüne katıldığım için, "domatesli/biberli kokoreç" istedim.
Siparişi alan beyefendi, "İstanbul Usulü istiyorsun yani" dedi mimiksiz bir şekilde... "Domatesli yani.." dedim. "İstanbul usulü..." diyip konuyu noktalayarak kafasını Gökhana çevirip "sen İzmir istiyorsun dimi kardeş?" diyerek bana trip attı. :)
Sonradan öğrendim ki, kokoreççi abiler bizim İstanbul'un kokoreçlerini pek sevmezlermiş. Ben Midyeci Ahmet ile sevdim kokoreçi... Ne yapayım ki ben? :)
Tabii bu minik soğuk savaşın somut halini, İstanbul Usulü çeyrek porsiyon Kokoreç'ime yazdıkları fiyatla gördüm. Siz siz olun, İzmir'li Kokoreççilere sakın "domatesli/biberli" demeyin :p
Adres için; TıkTık!
Akşam Koliba'da birşeyler içip, günümüzü de bu şekilde "karnı tok, sırtı pek" tamamladık. Ama yine de Ebru'nun gözü görür, canı çeker... Mekanda otururken karşı masada bir kızın yediğinde gözüm kaldı. Kurabiye gibi bi' şey yiyordu ama içinden akan çikolataları da resmen iştah açıyordu. "O ne? O ne?" diye diye içim içimi yedi. Bişey var, içinden çikolatalar akıyor ve parmaklara bulaşıyor! Can dayanır mı? Mümkün mü? :P
Gece Koliba'dan çıkarken yan sokaktaki Çelebi Unlu Mamüllerin'de kapış kapış giden bi' şey olduğunu görünce karnı tok, gözü aç'lar olarak "neymiş o ya?" olduk ve Allah karşıma içimin çektiği, adını bilmediğim o şeyi karşıma çıkardı!
BOMBA!
Evet, adı bomba, kalorisi bomba, enerjisi bomba. Ama tadı hepsinden bomba!
Şansıma fırından sıcak sıcak çıkan bombaya yavru kedi bakışımdan olsa gerek abi bir tane de yanımıza verdi ve "dikkat et yenge parmaklarını yeme!" diye de ekledi.
Daha parayı ödeyip kapıdan çıkmadan ben elime akan sıcacık çikolataları yalamaya başlamıştım bile. Gökhan o halimi görünce "adam bilip de konuşuyormuş" diye gülmeye başladı.
Dışı resmen 0,1 mm hamur, içi kaşık kaşık nutella! Bi de üstüne üstlük sıcacık olunca, İstanbul'a dönerken iki kutu almamak olmazdı.
Şansıma fırından sıcak sıcak çıkan bombaya yavru kedi bakışımdan olsa gerek abi bir tane de yanımıza verdi ve "dikkat et yenge parmaklarını yeme!" diye de ekledi.
Daha parayı ödeyip kapıdan çıkmadan ben elime akan sıcacık çikolataları yalamaya başlamıştım bile. Gökhan o halimi görünce "adam bilip de konuşuyormuş" diye gülmeye başladı.
Dışı resmen 0,1 mm hamur, içi kaşık kaşık nutella! Bi de üstüne üstlük sıcacık olunca, İstanbul'a dönerken iki kutu almamak olmazdı.
Yağmur çamur dinlemeden uçuş öncesinde tekrar buraya gelip 20-20 iki kutu paket yaptırdık. Eve getirdiklerimi de mikrodalgada çevirip çevirip, yidim! :)
Ertesi gün, haliyle son günümüzdü... Akşam uçağa yetişmeden önce son yapılacakları kahvaltıda netleştirmiştik. Saat Kulesini görmeden olmazdı!
Alsancak'tan Saat kulesine giderken Türkiye'nin en büyük, Dünyanın ise en büyük 10. mask projesini görüp "ne çiğdem, ne boyoz, ne kumru, sen Atatürk Dağı'nla güzelsin İzmir!" dedik.
Meraklısına not: Brezilya'nın 32 metre yüksekliğindeki ünlü Reedemer Heykeli'nin (İsa Heykeli) önüne geçerek 40 metre ile sıralamaya girmiştir.
-Saat Kulesi / Konak
Osmanlı döneminde, saat kulesinin ilk izlerine Balkan'larda Kanuni döneminden sonra rastlanmış. Bu yaygınlık Batı'dan Doğu'ya doğru artarak günümüze kadar oluşan eserler bırakılmış. Haliyle Müslüman kitle artık ezana göre değil de, daha bilimsel verilerle zaman ölçümüne başlayıp modernleşme yönüne gitmiş.
Ama anneanneme sorarsak hala eve "akşam ezanı okunmadan" eve gelmem gerekir :)
İzmir'deki saat kulesi Osmanlı padişahı II. Abdülhamid'in tahta çıkışının 25. yıldönümünü kutlamak için 1901'de inşa edilmiş. 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânı sonrasındaki özgürlük kutlamaları da Konak meydanında ve Saat Kulesi civarında gerçekleştirilmiş. Hatta, bu özgürlük kutlamalarında bazı kişiler bu eserin Abdülhamit'e ait olduğunu düşünerek yıkmaya çalışmışlar. Ama araya girenler sayesinde korunmuş. Ama bu tabi ki "rivayet" bir hikaye. Net bir kaynağı bulunmamakta.
Buradan sonra saat kulesine gidecekken Gökhan "aaa buraya yakın söğüşçü cimbom" diyince bi ziyaret edelim dedik. Ve bir kere daha sevenleri kavuşturdum. :p
Adres için; TıkTık!
E tabi yol üzerinde bir meşhur yer daha görünce zıp zıp zıplamaya başladık. Önce Gökhan tadına bakmam için bir yudum verdi. Tam ikinci yudumu istediğimde yavru kedi gibi kalakaldım. Çünkü hepsini bitirmişti! :/
Neyse ki, hemen ardından büyük bir bardakla ödüllendirildim. İçeride çeşit çeşit meyvelerin suları yapılıyor. Hem de o kadar işine sahip çalışanları var ki, meyvelerin tadları karışmasın diye her meyveyi ayrı meyve sıkacaklarında sıkıyorlarmış.
Bizim tercihimiz muzlu sütten yana oldu. Ama sonradan öğrendim ki buranın asıl meşhur içeceği Atom'muş.
İçine bal, üstüne Hindistan cevizli atom hem de!
Bunu sonradan öğrendiğime biraz mutsuz oldum.
Yanlış hatırlamıyorsam bardağı 2 TL, karton bardağı ise 6 TL idi.
-Tarihi Asansör / Konak
"Deniz ve mehtap. Sordular seni, neredesin? / Nasıl derim terk etti? Bırakıp beni gitti? / Anladılar ki, aşkımız bitti..."
Deniz ve Mehtap ve Her Akşam Votka Rakı ve Şarap şarkılarının yazarı Dario Moreno'nun evinin olduğu sokaktan girince heybetiyle karşılıyor Tarihi Asansör.
Müslümanlar tarafından "Karataş Merdiveni" Museviler tarafından da o merdivenin tepesinde evi olan ailenin ismiyle "Devidas Merdiveni" olarak anılır. Devidas Ailesi ile Levi ailesi çok yakın dostturlar ve birisinin eiv merdivenin üstünde, birisinin de altında olduğu için bu yolu kullanırlar.
Kimilerine göre Devidas ailesinin babası bu merdivenlerden düşer ve ayağını kırar. Nesim Levi'de buna çok üzülür ve bu asansörü inşa ettirip, Devidas ailesine armağan eder. Bir rivayete göre de ayağını kıran Nesim Levi'nin babasıdır ve işi gereği sık sık Avrupa'ya giden Nesim Levi oradan esinlenerek bu asansörü inşa ettirir.
Asansör giriş kapısının üzerinde hem İbranice hem de Fransızca “Asansör 1907 yılında Nissim Levy tarafından inşa ettirilmiştir’” yazılı kitabe bulunuyor. Bu tuğla döşemeler Marsilyadan özel getirilmiştir.
Önceden çift kabinli asansörlerden soldaki su buharı, sağdaki ise elektrik enerjisi ile çalışırmış. Ama 1985 yılında restore edilmiş ve ikisi de elektrikle çalışacak şekilde düzenlenmiş.
Çift kabinli olarak inşa edilen ve soldaki mekanizması su buharı, sağdaki ise elektrik enerjisi ile çalışır
1942 yılında Şerif Remzi Reyent’e satılmış ve geliri Karataş Musevi Hastanesi’ne bağışlanmış. Reyent’in ölümü üzerine Tarihi Asansör yeğeni Ayla Ökmen’e kaldı. Asansör bu süreçte bir süre kapalı kaldı.1983 yılında İzmir Belediyesi’ne bağışlanan Tarihi Asansör hem yapısı, hem manzarası ile Türkiye'nin tek, Dünyanın ise sayılı güzelliklerinden!
Ve maalesef her güzel şey bitermiş.. Biz bitmesin diye bol bol anı biriktirdik, bol bol fotoğraf çekildik ve bu enfes yazıyı düzenledik.
Bulutların üzerinde uçarken, de kendimize notlar aldık. Çünkü elbette fetih tam olarak gerçekleşmemişti! Çünkü sadece İzmir bizi fethetmişti. "Sen bi de bizi yazın gör İzmir ;)" diyip göz kırptıktan sonra kendimize aşağıdaki notları aldık;
Bulutların üstünde uçtuk! Evet, hem somut gözümüzle gördük, hem de heycandan kıpır kıpır olup soyut olarak içimizde hissettiğimiz 3 müthiş gün yaşadık! Ve tabi ki bu defa teşekkürler değişiyor.
Hava durumunda sağanak yağmur görüp üzüldüğümüz için bizi ılık havanla karşıladığın, her dışarı çıktığımızda yağmurları kesip, her cafe'ye girdiğimizde şakır şakır yağmur yağdırdığın için teşekkürler İzmir.
Ve, en iyi yol arkadaşı... En büyük destekçim! Teşekkürler nişanlım; Gökhan! :)
Yorumlar
Yorum Gönder